Sözsüz konuşabilmek güzel şey olsa gerektir.
Susmak ve
anlamak, susarak anlatmak güzel şey.
Kelimeler elbette konuşabilmemiz için
var.
Ama sükûtun bir ihtişamı yok mu sizce de?
Hani iki talebesi bir
ALLAH dostunu ziyarete giderler. Ahir ömründe bize bir sohbet, bir nasihat eder
ümidiyle. Otururlar saatlerce, ne bir tek söz, ne bir sohbet. Canı sıkılır
iki arkadaşın. Müsaade isteyip kalkarlar. Kapıya geldiklerinde aralarında
konuşmaktadırlar, üstadımız niye sohbet etmedi, diyerek. Fısıldaşmaları duyan
evin hanımı seslenir arkalarından;
- Yazık size, hiçbir şey duymadınız öyle
mi? Oysa o neler anlattı size. Susarak anlatmak zor şey galiba, susulanları
anlatmak zor şey.
Hazreti Mevlana talebelerine sohbet ederken, ALLAH'ı
tanıyan susar, der. Talebelerden birisi o günden sonra hiç konuşmaz olur. Günlerce
sükût edip oturur kendi halinde. Bu durumu fark eden Mevlana, niye sustuğunu
sorar genç adama. Efendim siz demiştiniz ki, ALLAH'ı tanıyan susar, ben onun
için. Güler Mevlana:
- Öyle değil, der, ALLAH 'ı tanıyan ALLAH 'tan gayrısına
susar. Onun konuştuğu ALLAH olur artık, ondan konuşan olur.
Bu meselenin
özünü idrak etmek bize uzak belki. Ama daima susup, bakışlarıyla insanların
halini bir güzel tanıyanlar anlayacaklar ne demek istediğimizi. Kitaplarda nice
içinden çıkılmaz meseleler vardır ki, sözün anlayamayacağını fak edince bir mısra
yazarlar: "Tatmayan bilmez." Tatmayan nasıl bilsin ki? Tadanlarda konuşmazlar
nedense.
"Âşık susarsa, arif konuşursa helak olur." denmesi bundan olsa
gerektir. Vaktiyle gül kokulu meclislere aşina bir derviş, memleketinden uzaklara
gitmek zorunda kalmış. Ruhu beden gurbetinde mahpus olan insan, bir de bedeni
ile giderse siz düşünün halini! Ne halden anlayan bir dost, ne kapısını
çalabileceği bir yaran, ne aynı dilden konuşabildiği bir yoldaş... Böyle zamanlarda
daha bir özlenir arkada bırakılanlar, daha bir iç yakar muhabbetin
iştiyakı.
Derviş, bir gece vakti yalnızlığın ne menem bir şey olduğunu
iliklerine kadar duyarak yürürken, yanından geçmekte olduğu evden gelen bir
kokuyla sendelemiş. Bir muhabbet, bir neşe, bir tanıdık his... Eve doğru
yürümüş. Bahçe kapısından içeri süzülünce kalbinin atışları hızlanmış, muhabbet
kokusu bir başka yakmış içini, ayakları bedenini taşıyamaz olmuş, kapının önüne
gelip oracıkta boynunu büküp beklemeye koyulmuş. Kapı aralandığında,
karşısındaki hiç tanımadığı ama ezelden aşina olduğu kişiye sarılmamak için zor
tutmuş kendini. Susmuş ve beklemeye koyulmuş. Tebessüm ederek içeri dönen ev
sahibi, elinde ağzına kadar su dolu bir kâse ile geri gelmiş. Bu kez yüzünde bir
hüzün, gözlerinde mahcubiyet, dudaklarında sükût... Kapının önünde mahzun
bekleyen derviş başını hafifçe kaldırıp kâseyi görünce, hemen yanı başındaki
gülün bir kırmızı yaprağını koparıp, zarafetle bırakmış suyun üstüne...
Ne
su taşmış, ne de ağırlaşmış kâse gül yaprağıyla.
Kâsenin oracığa
bırakılmasıyla birbirlerine sarılmış iki ebed dostu. Bu başka bir lisan galiba.
Sadece ehlinin bildiği, ehil olmayanların ise sadece hakkında konuştukları
bambaşka bir lisan.
Tevekkeli dememiş "Bilen söylemez, söyleyen bilmez." diyenler. Susmak zor iş belli ki. Alemlerin Efendisi "Susan kurtulur"
buyurmuşlar. Haydi dilinizi susturmayı başardınız diyelim, ya kalbin susması...
Bir de kalp var. Marifet onu susturmakta. Peki o nasıl olacak?
Kalbe
sizin iradeniz dışında bir tek hissin bile gelmemesi...
"Tatmayan
bilmez." Vesselam.
Serdar Tuncer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder