28 Nisan 2013 Pazar

Kalbimizi kıranlara şunu diyelim...

Kalbimizi kıranlara şunu diyelim;
Esirgemez kokusunu, dalını kırandan da erik çiçeği...

İbrahim Tenekeci

Ben - Sen...


Ben: Karlı dağların deli rüzgârı...
Ben: Tozlu yolların demirbaşıyım.
Ben: Suyu kurumuş sevgi pınarı...
Ben: Toprak bekçisi, mezar taşıyım.

Ben: Hep yıllar yılı kanayan çıban...
Ben: Fikir sürüsün yitiren çoban.
Ben: Hayâl peşinde çarıksız taban...
Ben: Gurbet ağzında bulgur aşıyım.

Ben: Çürük bir gemi aşk denizinde..
Ben: Yağmur damlası dostun izinde.
Ben: Yanıp kül oldum aşkın közünde...
Ben: Kara sevdanın dert yoldaşıyım.

Ben: Koyu düşmanım yersiz gülüşe
Ben: Düşüvermişim bitmez bir düşe
Ben: Bıldır ağlarım bu yıl ölmüşe...
Ben: Bensiz duygunun ilk savaşıyım.

Ben: Gönlü aklına uymayan deli..
Ben: Az düşünceden doymayan deli.
Ben: Beni ben diye saymayan deli...
Bırakın, ben benden uzaklaşayım.



Sen: Çamlı dağlarda ağaran şafak...
Sen: Duru göllerin nilüferisin.
Sen: Engin ovada sararan başak
Sen: Umut kaynağı, alınterisin...

Sen: Gökte yıldızsın, uykularda düş...
Sen: Yeşil ekinsin, sen beyaz gülüş
Sen: Mavi denizsin sise bürünmüş
Sen: Sevda sırrının düğümlerisin

Sen: Her güzelliğin canlı sergisi
Sen: Kalp yarasının emin sargısı
Sen: Benim dileğim hakkın vergisi
Sen: Gönlüme saklı aşk hançerisin.

Sen: Koyu gölgesin, yaz sıcağında
Sen: Olgun meyvesin dal kucağında
Sen: Korsun alevsin aşk ocağında
Sen: Gadir Allah'ın şaheserisin

Sen: "Ben"sin, gel gör ki ben "sen" değilim
Sen: Benim düşüncem, ruhum ve dilim
Sen: Benim gözlerim, ayağım, elim...
Emin ol, sen bana benden berisin.

Abdurrahim Karakoç

27 Nisan 2013 Cumartesi

Sevgili dost, merhameti gördün mü?


Sevgili dost, merhameti gördün mü? 

Tamam, söyleme biliyorsan yerini. 
Bari hayatta olduğunu haber ver.
Merhamet ölmedi değil mi?

Sevgili dost, merhameti gördün değil mi?

Ali Ural

Aralık Kapı



Bu dünya bir kuyu havasız çömlek
Daralıyorum!

Kelime manayı boğan bir gömlek
Paralıyorum!

ALLAH ismi varken lügat ne demek
Karalıyorum!

Kapımı, buyursun diye o melek
Aralıyorum!

Necip Fazıl Kısakürek


Sual - Cevap


Sual: Ey Veli, mümin nasıl olmalı, söyle!
Cevap: Son ânda nasıl olacaksa hep öyle!...

Necip Fazıl - Çile

Beni affet...


Gözlerini yumarken kelimeler döküldü ağzından bir bir. 
Dedi ki: BENİ AFFET! 

Bütün söyleyecekleri aslında bu iki kelimeydi.
Ne söylese daha ileri geçemeyecekti. 

Ama o devam etti. 
Çok pişmanım diye inledi. 
Rabbim, dedi, benim Rabbim. Yani kulu olduğum. 
Ben ayağımın nerde sürçtüğünü, ben hatamı,
ben yanılgımı adımı bilir gibi biliyorum. 
Ben bin kerre kabul ettim kabahatimi. Sen bir kere affet. 

Tevbe bir bilinç hali. Bir ilgi eki. Ben hatamla da Senin dairendeyim.
Hala Sana ait, Seninim. 
Tevbemi kabul et. Af duama icabet et. 

Rabbim, beni affet, melek değilim. 
Affet diyorsam hala seninim. 
Allah'ım ben şu kutsal ruhla, şu toprak bedene nasıl sığayım? 
Şu yolda taş olsaydım sarsılmaz kıpırdamazdım. Şaşmaz sapmazdım. 
Ama affet, insanım. 

Ey tevbekârların Tevvabı. 
Sen affı seversin. Rahman ve Rahim olan adınla, gaflete merhamet edersin. 

Bana verdiğin kelimelerden okuyorum ki Sen, 
Sen'den dönenlere bile geri dönerlerse gel, diyeceksin.
Altından buzağıya tapanları bile eğer af dilerlerse affedeceksin.
Kıyas değil ümit. 
Benide affet. 
Ben kendimi affedemesem bile Sen beni affet. 

Düştüm, düşmüşlüğüm kimsenin değil benim yanılgımın eseri. 
Düştüm. Düşenin dostu Allah. 
Tut elimden kaldır beni... 

Nazan Bekiroğlu

26 Nisan 2013 Cuma

Konuşma üslûbumuz nasıl olmalı?


Kur’ân-ı Kerîm bize konuşma üslûbumuzun nasıl olması gerektiğini öğretiyor:

"Kavlen sedîdâ": Her zaman doğruyu söyle.
"Kavlen kerîmâ": Ana-babaya güzel söz söyle. Gönül alıcı, keremli söz söyle.
"Kavlen mârûfâ": Yerinde ve uygun söz söyle.
"Kavlen belîğâ": Beliğ ve tesirli söz söyle.
"Kavlen meysûrâ": Gönül alıcı söz söyle.
"Kavlen leyyinâ": Suyun akışı gibi yumuşak bir söz söyle.


25 Nisan 2013 Perşembe

Sofraların Mahcubu

Dünya, “aşağı yer” demekti kutsîler lügatinde. Dünya: “Olmamız gereken yerden aşağıda…” Dünya: “Yetineceğimizden çok daha az miktarda.” Dünya: “Kalmaya razı olamayacağımız kadar uzakta…” Dünya: “Kalbimize lâyık sevda yok bu sofrada…” 

“Dünyanızdan…” diye başlardı sözüne…”Dünyamızdan…” diye başlamazdı. “…bana üç şey sevdirildi” diye devam ederdi.  “…ben üç şeyi sevdim” de diyebilirdi. Demezdi.

Oysa, dünyamıza küskün değildi. Aksine, dünyamıza en incelikli davranan yine kendisiydi. Dünyamızın cansız, sessiz dağlarına bile selam veren O’ydu. Taşları bile incitmemek istercesine nezaketle yürürdü. Ağaçlara, çalılara, kumlara, bulutlara hal hatır sorardı her bakışında… Hele insanlara… Kendini paralarcasına, onların hiç dert edinmediği felâketlerini ve saadetlerini derdi edinmişti. Kendini ateşe atanlara, kendini ateşe attığını bilmeyenlere, kendini ateşe attığını bile bile küstahlık edenlere bile, mütebessimdi. Çürüyecek cesedin tenine bile taş değmemeliydi O’nun nazarında. “..yan gözle bakmadı kır çiçeklerine bile/dönünce bütün gövdesiyle döndü…”

Dünya, “aşağı yer” demekti kutsîler lügatinde. Dünya: “Olmamız gereken yerden aşağıda…” Dünya: “Yetineceğimizden çok daha az miktarda.” Dünya: “Kalmaya razı olamayacağımız kadar uzakta…” Dünya: “Aradıklarımızı bulamayacağımız ve bulduklarımızla yetinemeyeceğimiz bir çöl gibi ayaklarımızın altında…” Dünya: “Kalbimize lâyık sevda yok bu sofrada…”

O, “dünyamız”ın hatırını, güzel kokudan, kadından ve “gözünün nuru” namazdan ötürü sayardı. Eşyanın ruhunun habercisi olduğu için güzel koku… Dünyadan öte aşkların müjdecisi olduğu için, kadın… Sonlu bir ömürden, eskiyen bir bedenden, tükenen nefeslerden, uçup giden hecelerden bir sonsuzluk inşa ettiği için, namaz.

Dünyada ama dünyadan değil O. Burada ama buralı değil. Yanımızda ama yanımızda olanlara razı değil. Dünyadan ötesine görmeyen gönlümüze müşfik bir eğiliş. Buralıları buradan öteye taşıyan merhametli bir el uzatış. Yanımızdakileri sonsuzluğa taşıran bir nazik bir uyarış. Dünyayı, “dünyamız” diye/bilmemize karşı yumuşacık bir anlayış. “Dünyamız”a “dünyanız” diyecek kadar yüce bir duruş, yüksekçe bir bakış…

Yaslanabildiğinde dünyaya, üzerine bir de yemek isteyemeyecek kadar mahcup. Yemeğini yediğinde, bir de yaslanıp keyfetmeye yüzü tutmayacak kadar utangaç. İkisini birden hak etmediğini düşünüyor O. İkisini birden çok görüyor kendine. Dünyayı fazla görüyor kendine… 

Şimdi anlıyorum, yemek yerken arkasına hiç yaslanmadığını… Aynı anda hem minderine yaslanıp hem de yemeğini yiyecek kadar “yerleşik” değil dünyada… Yemeğinden yerse, minderini, döşeğini, duvarını, rahatını kenara bırakıyor. Minnet etmiyor. Yaslanacak olursa, yemeğinden suyundan vazgeçiyor. Aç kalıyor. Kök salmıyor dünyaya. Eğreti duruyor.

Yaslanabildiğinde dünyaya, üzerine bir de yemek isteyemeyecek kadar mahcup. Yemeğini yediğinde, bir de yaslanıp keyfetmeye yüzü tutmayacak kadar utangaç. İkisini birden hak etmediğini düşünüyor O. İkisini birden çok görüyor kendine. Dünyayı fazla görüyor kendine… Dünyadan fazlasını istiyor. Yolda olduğunu söylüyor. “Geçiyordum uğradım.” edasında… Bir gölgenin altından çekiliveriyor yolcu hafifliğiyle… “Dünyanızdan…” diyor o yüzden.  “Dünyanızdan…”

Ben, “dünyamızda” rahatça yaslanacak bir koltuk bulmadan yemeğe oturmuyorum. Yolda olduğumu unutup, terk edeceğimi/terk edeceğini unuttuğum gölgeliklerde uyuya kalıyorum. Hiç mahcup olmuyorum. Her şeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Hiç hayret etmiyorum. “Ne kadar az şükrediyorum…”

Senai Demirci

24 Nisan 2013 Çarşamba

İstememeyi isteyebilmek


Rabbim bana istememeyi isteyebilmeyi nasip et... 

Hz. Yusuf (a.s)

Kıyamet günü günahlarımı kim taşıyacak?


Hz. Ömer (r.a) fakirlere, yetim ve dul kadınlara sırtında un taşırdı. 

Bir defasında onu un taşırken gören birisi:
Ey Müminlerin emiri, bırakın ben taşıyayım, dedi.

Hz. Ömer (r.a) ona şu cevabı verdi:
Kıyamet günü günahlarımı kim taşıyacak?

İmam Şa'rani, Tabakatü'l-Kübra

Son günde ne yapacaksın? - Ağlarım...



Karısı ölmüştü, şimdi torunları var, haftada birkaç kez yoklamaya gelirler onu, gereksinmelerini karşılamaya çalışırlar, o da torunlarıyla konuşur, torunlarının çocuklarını ellerinden tutarak küçük çiçek bahçesinde gezindirir, belki onların henüz anlamaktan uzak bulunabilecekleri şeyleri anlatır:

Ben yaşlandım artık, ölümü bekliyorum, ölüm nedir biliyor musun? Önünde sonunda çalacağımız tek hakikat kapısı, bizi bir yaradan var, yaradanın emriyle gene kendisine dönüşümüzdür ölüm, bir daha ölmemek üzere dönüşümüzdür ona.

Nasıl döneceğiz ona, diye sorar çocuk.

Şu çiçekleri görüyor musun? Kurumuşlar. Bunların renk renk açıldığı mevsimi hatırlıyor musun? Şimdi yok işte onlar, ama sahiden yok mu?

Öyle mi oluyor, diye bakar çocuk.

Gününü değerlendirmeye bakacaksın.. günün nasıl değerlenir, bak anlatayım: şimdi ömrünü bitmiş say, ömrüm bitmiş de sen yalvarmış, yakarmışsın, sana göz yaşların için cabadan bir gün daha vermişler.. işte şu anda da o bir tek son günün içinde bulunuyorsun.. işte o son günde ne yapacaksan, her gün onu yapacaksın.

O zaman bu bahçede gezinmem ki, der çocuk.

Ne yaparsın ya?

Ağlarım.

Rasim Özdenören - Gül Yetiştiren Adam

İslâm için yananlara ateş, onlara yoldaşım...


Ben, Hz. Hatice'leri rehber edinen kadınların,
Hz. Ebûbekir'i kutup yıldızı bilen erkeklerin hayranıyım.
Ben İslâm için yananlara ateş, onlara yoldaşım...

Hekimoğlu İsmail

23 Nisan 2013 Salı

Kimsenin ayıbını aşikâr etme


"Kimsenin aybını görüp kılma zinhâr âşikâr
Günde yüz bin aybın örterken ilâhe’l- âlemîn."

[Âlemlerin Rabbi günde yüz bin ayıbını örterken,
sakın kimsenin ayıbını görüp aşikâr etme.]

Kânûnî Sultan Süleymân

Bırak O kapı hep açık kalsın...


Eski zamanlarda bir zat, seyahati sırasında çok ilginç bir olaya şahid olur.. Çölde, eşkiyaların bir kervana saldırdıklarını, ne var ne yoksa zorbaca gasbettiklerini korkuyla seyreder uzaktan.. Biraz sonra bakar ki, soygunyapan eşkiyaların reisi bir kenarda abdest alıp, namaza duruyor..Adam hayretlerdedir… Dayanamaz, namazdan sonra yanına varır ve sorar:

“Merak ve hayretler içindeyim” der.. “Yaptığın iş zalimce ve haram.. Günahlar içindesin.. Sonra da kalkıp, o yaptıklarını men edenin huzuruna varıyorsun! Bu nasıl iştir?”

Eşkiyaların reisi olabildiğince hüzünlü, şu ilginç ve ibretli şu cevabı verir:
“ Ey yolcu! Ben yıllardır şeytana ve ayartıcı benliğime uyarak, Rabbimle aramda faraza 100 kapı varsa, 99 unu kapattım.. İstiyorum ki hiç değilse BİR KAPI AÇIK KALSIN!”

Aradan zaman geçer, o zatın yolu, nasip olur Kabe’ye düşer… Tavaf esnasında bir de bakar ki, yıllardır hiç unutamadığı o eşkiya reisi de orada!.. Kabe’ye sarılmış, huşu ile dua etmekte, hıçkırıklarla ağlamaktadır..
Yine hayretlerdedir o zat..Yanına varır selamlar onu, kendini tanıtır ve sorar:

“Oradan buraya… Nasıl oldu bu iş? Nedir bunun hikmeti?”
Tebessüm eder tövbekar adam ve ışıl ışıl gözleri, boynu bükük der ki:
“Sana demiştim ya hani; hiç değilse BİR KAPI AÇIK KALSIN O’nunla aramda..İşte ben, tüm acizliğim ve samimiyetimle o kapıyı hep açık tuttum.. Rabbim de rahmetiyle, muhabbetiyle lutfetti tüm kapıları açıverdi, O’nun atasına hudud mu var?”

Evet efendim bu kadardır ol hikaye..
Unutmamali ki insan, içinde fücurun da potansiyelini barındırır, takvanın da… Kötülüğün de, Allah’a yakınlığın vereceği erdemlerin de..

Çağımız cazibedar fitne asrı..
Nefis ve şeytan daim günahlara sevketmede insanı..
Ve insan çok zayıf, çok aciz..
Hata edebilir, günah işleyebilir..

Her ne durumda ve konumda olursa olsun, insan hiç değilse bir kapıyı, namaz kapısını daim açık bırakmalı..
“Ben günahlar içindeyim, o huzura nasıl varırım?..” dememeli asla..
Samimi olsun yeter ki, bir süre sonra kıldığı namaz, onu kötülüklerden alıkoyacaktır..

Sakın deme:
“Ben çok günahkarım, kıldığım namaz olmaz!”
İnatla devam et..
Bırak hep açık kalsın o kapı.. Sonra O, işini bilir..

Namaz



Resûl-ü Ekrem Aleyhissalât-ü Vesselâm buyurdular ki:

Kul namaza durduğunda, bütün günahları getirilir.
Başı ve omuzları üzerine konulur.
Rüku ve secdeye gittikçe dökülür, o insandan ayrılır.

Hadis-i Şerif, Taberani


22 Nisan 2013 Pazartesi

Ey gönül…Ölmedinse uyan!



KAPALI... Şuur kapalı, akıl kapalı, hayâl kapalı… Gözler, kulaklar kapalı. Duygular kapalı ve en önemlisi ruh kapalı. Kalbin kapıları kapalı. Ne vardı bu kadar içine kapanacak? Bir de perdeler kapalı oralarda… Neleri kaçırdığının farkında mı oturduğu mekânlarda, yaşadığı bedende insan? Duyuyor musun, dinliyor musun beni? Hayat çağırıyor seni. Gönlünü dinle, kalbini dinle yürü, aklını dinle dur. Aç perdeleri tek tek. Önce ışığını, çok ama çok erkenden kapattığın o loş odaların, uykusuz gecelerin karanlığından çık kurtul ey ruhum. Mutluluk aradığın yerde değil, kaçmak kapanmak asla çıkar yol değil. Bir dene istersen, bir defacık olsun bir dene lütfen. Nelerin değiştiğini gör ve gül. Gül de, güller açılsın güller koksun her yanın. 

Biliyorum ezan vakitleri dışında duymadığın, duymak istemediğin, kendine yabancı kıldığın bütün seslerin, kalbine açılan yoldan içeriye girmesine izin ver. Uzaklardan gelen bir kırlangıç sesi, bir rüzgâr uğultusu… Eğer yeşermeye uygun bir tek duygun kalmışsa binlercesinin arasında, dirileceksin. Bir nefes alıp vereceksin, hayat kadar. Hayatının tamamı kadar bir nefes.

Seni, yanına hayat çağırırken ölümün karanlık gecesine gömülmen neden? Göz ağlamak için, göz görüp de duygulanmak için, kalp yaşamanın çok ötesinde hissetmek için. Sen bütün duygularını boşuna kapamışsın. Kaç bakalım, kaç kendinden ve Rabbinden kaç Ama nereye kadar? Nereye gidersen git, o sonsuz rahmetin kucağındasın hep. Ve ondan başkada hiçbir yere kaçamayacaksın.

Bir dene, aç şu perdeyi, aç şu gözlerinin önündeki o incecik perdeyi. Fırla yatağından, hayatının yanlış akan ırmağından. Yoksa denizlere kavuşmaz bu ırmak, bu hayat. Çevir yönünü ummanlara. Çöllerde kuruyup gitme. Pencerenden içeriye sızan ilk ışık, güneşten ve güneşin Sahibi’nden sana bir merhabadır, görüyorsun. Gülüyorsun şimdi değil mi?

Başkaları nasıl yaşıyorsa, sen öyle yaşayamazsın. Sen ki en sıradan idealin bile bir düşeni kaldırmak idi. Şimdi, kendi girdabında boğulmak üzeresin. Eğer bir kapı varsa, bir pencere varsa önünde, aç artık. Işık dolacak içeriye, baştan aşağıya nurlar içinde kalacaksın, yıkanacaksın. Başka bir seçim yok senin için. Açacaksın, açacaksın ne varsa. Görmeni engelleyen her şeyi, aşacaksın. Perdeleri tek tek aralayacaksın. Hem senin için ne dualar edildiğini bir bilseydin, asla ümitsizlenmezdin. Bu yoldan niceleri geçtiler. Gidenlerin bir çoğu dönmediler. Sen, gayesiz yollarda yürüyenlerin yolcusu değilsin. Sen, uykusuz geceleri bıçak gibi bölen, paramparça edensin. Rabbin kapını ışıkla çaldı, gönlünü ilhamla kalbini sevgisiyle. Direnme artık boşuna, boş yere. İnadın sırası değil. Kapılar bile yok önünde, belki perdeler bile yok. Gözlerin hafif hafif bir aralansa, ilk defa ama ilk defa dünyaya gelen bir bebeğin tertemiz bir ruhun gözü ile bakabilsen, ah bir bakabilsen… Hayatı değiştirmek, yeniden bir sayfa açmak bu kadar kolayken bunca zorlara düşmek neden? Şimdi kalbinle değil nefsinle hesaplaşma vakti. Tut yakasından, vur yere şeytanın uşağını.

Allah’ım, güzel Allah’ım. Sana gelmek ve koşmak isteyen bütün ruhların önündeki kapıları aç, ardına kadar aç lütfen… Her an yeniden yarattığın kâinata, her an yeniden bakabilen bir göz, onu, her an yeniden anlayabilen bir akıl ve her an yeniden hissedebilen bir kalp lûtfeyle.

Niye korkak, niye kaçak, niye yalnız, niye uzak Sen’in rahmetinden bunca insan Allah’ım? Neden? Sen’den neden kaçıyorlar? Belki de kaçtıkça yakınlaşıyorlar. Evet, Sen ki, kaçtıkça yakınlaştığımızsın. Göklerin ve yerin nurusun, ışığımızsın. Dört bir yanımızsın. Bütün sınırlar senin, sınırları belirleyen çizgiler de senin. Kalbimde çoktandır unuttuğum, öldüğünü sandığım sevgin, bugün gözyaşımla dirilsin, izin ver. Mahşere bırakma bu dileği… Dirildiler işte. İçime attığım yeter artık sıkıntıları, kederleri. Uçurumlara, çiçekler ekmem yakışır mıydı? Ve boşluklarda ne aradım bilmem yıllar boyu. Ey yaşlı suç ortağı nefsim, ey zavallı kalbim. Ey sesi kısılmış duygularım. Yeter artık bir perde açın, bağışlayıcı ve affedici bir sesin sahibinin davetine doğru yürüyün, koşun artık.

Kalbime düşen kurtlar, delik deşik ettiler o güzelim dünyamı, mahvettiler. Tam da hayatın bu anında yeniden yaşamak istesem, adeta bir çocuk gibi yeniden doğsam çok mudur istediğim Rabbim? Bahtına düştüm, kapına geldim. Lekelenen melek vaktim, pembe beyaz baharlarım, ağlayan dakikalarım, hüzünlü günlerim adına beni affet. Ben gibi olanları, o durumda bulunanları da affet. Yolumdan beni ayartmaya çalışanları da affet, bilmiyorlar. Ve onlara öyle bir lûtfet ki, hepsi ama hepsi Sen’in sonsuz rahmetinin kucağında bulsunlar bir gün kendilerini. Ve öyle şaşırsınlar, öyle bir çığlık koparsınlar ki, bir çığ olup üzerlerine düşsün rahmetin bembeyaz. Kefen gibi örtsün tüm günahlarını, yıkanmış, arınmış gibi. Kabul edilmiş katındaki ak pak tövbelerinle çıksınlar bu yığının, bu enkazın altından.

Ah Ömer, Faruk Ömer, senin o mahzun içler yakan hatıranın hürmetine, duanın arasına bizimkini de alsan ne olur? Hani bir gündü ; “Hz Peygamber’i memnun ettin, Hz Ebubekir’i memnun ettin, sayısız insanı memnun ettin yaşadığın sürece. ‘Sen ki Cennetin Firdevs’lerinde gezeceksin, ne mutlu sana’ dediklerinde baştan aşağıya buz kesmiş, acı bir tebessümle bakmış ve demiştin ki; ‘Keşke annemden doğduğum günkü gibi saf temiz bir çocuk olarak kalaydım. Bu dünyadan öyle gideydim. Başka hiçbir şey bu kadar memnun etmezdi beni’ demiştin.” Duana katılıyorum bütün zerrelerimle. Ne güzel bir arzuda bulunmuşsun. Tam sırası o duana, arzuna âmin demenin. Sen ki ey Ömer, bir bakışta tutuşup yanmıştın. O Sevgilinin bakışıydı seni tutuşturan, yakan. Olan oldu işte, bir anda sen mutluluk ağacının başında asırlar sonrasına gülümseyen bir meyve oluverdin. Şu an senin ağacının, uğruna yaşadığın hayatının meyvesini yiyoruz. Ey ruhum sahabe bunlar, yıldız insanlar. Takıl peşlerine onların, bul şaşırtmayan gerçeğin aydınlık yolunu. Arama, yok başka çıkar yol, başka kılavuz. Onlar ki ışığını kainatın sevgilisinden ve canlı güneşinden aldıkları için ebediyen parlayacaklardır. Yolunu kaybedenlere hep birer ümit ışığı olacaklardır.

Ey kenar, kuytu köşelerde, karanlıklarda, yataklarda, oralarda, buralarda kıvranan ruhlar. Acziyetinizin, hiçliğinizin ve günahlarınızın gücüne inanın. Çünkü karadan aka geçmek bir adım bile değil.

Dirilişi öldükten sonraya bırakmayalım. Ezdirmeyelim bu kadar ruhlarımızı. Kalbimiz dayanmaz böylesi ağır yüklere. Ben ki, yaşadığımı ve inandığımı yazmak istiyorum. Konum bütün insanlığın dramı. Bir doğum anında, içimizi dışımıza dökmek zamanında söylediklerimizi duyar da söyleyemediklerimizi bilmez mi Rabbim?

Ah lekelenen melek vaktim, pembe beyaz baharım, ey kalbimin hazin sesleri. Adını, adın’ın yanındaki, o güzel adla yüceltmek istiyorum Rabbim. Kâinatın yaratıldığı andan beri ne varsa, aldığı nefes ve yaratılan bütün zerreler adedince sonsuza dek Sana hamdü senalar, o sevgili Resulüne selamlar, salavatlar olsun. Susan diller, dudaklar adına da… Kâinattaki gezegenler ve içlerindeki moleküller sayısınca, adının anılmadığı anlar adedince, her mekana şâmil, bir dua olsun Rabbim bu. Rahmetinin temsilcisi olan O zatın ve O’nun en büyük mucizesi Kur’an’ın ve O’nun dava ettiği davanın adına ve hürmetine, meleklerin onu taşıdığı, indirdiği anlardan sindirdiği yerlere kadar Resulüne salat-u selam olsun Allah’ım…

Ya Rabbi Sana hamdetmek, şükretmek ve o şükürler için de şükretmek ne güzel… Biliyorum kabul ediyorsun dualarımı. İnanıyorum ki varsın, beni duyuyorsun.

Şu an da, adını anan müezzinin okuduğu ezanda da varsın, haksın. Bütün kâinata cennetten bir kapı aralıyorsun. Sadece davetine değil, rahmetine çağırıyorsun bütün insanları. Büyüklüğünü ilân ettiriyorsun küçücük dillerle.. Her yer kulak kesilmiş yeri göğü inletiyor o güzel sâdâlar. Bütün kalpler dalga dalga titriyor şu an. Rahatlayan ruhlarımız bir ümidi yakalar gibi. Kapımıza bu kadar yaklaşmışken rahmetin, bize de açmak kalıyor sadece. Allah’ım bu gücü de lûtfeyle. Kapında inleyen şu kulunun ruhunu da doğruların ruhunun yanında dinlendir. Rahmetin yar olunca her şey kolay.

Yolculuk saati gelip çatmadan ruhumuzu temizleyecek olanları yakın et bize. İzbe köşelerde, karanlık odalarda kıvranan ruhlar adına güneşi görmeden, nurundan, rahmetinden habersiz şaşkın, kararsız tüm ruhlar adına, sevdir bize sevdiklerini… Sevginin ebedi mahkûmu olalım. Ebedi Cennetinde sonsuza dek sevdiklerimizle beraber bizi mutlu et, bizi bırakma. Ey Rabbim vakt erişince, toprağa katsan da bedenimizi, biz o karanlık sanılan alemde de söyleyeceğiz bu şarkıyı…Korkumuz yok karanlıklardan adınla, nurunla aydınlanınca her yanımız. Yaşasın bizim için yaşattığın ve varettiğin ümit. Yaşasın ebediyet, yaşasın bitmez tükenmez sevinç günlerimiz… Ey ruhum, söyle bu duayı, seviyorum Allah’ı. Yok Sen’den başka gidecek, yok Sen’den başka varılacak. Affet bu dünya sürgününde nefsine yenik düşenleri, bizleri affet. Dertli Yunus gibi, dudağımızda o sevgilinin adını anarak bizleri affet.


    “Arayı arayı bulsam izini... İzinin tozuna sürsem yüzümü”
                               
Hangi günahı işlerse işlesin, hangi ağırlığın altında kalırsa kalsın nihayet bir kalp taşıyor herkes. Yeniden de bir başka insan yaratılmayacağına göre bu dünyanın imtihanında, yine ümit bizde. Yüz binlerce insanın hepsinin suçu, günahı sanki üzerimizde gibi bir ah çekip yansak. Bir ah ki yüz binlerce insanın yeniden affının ve dirilişinin sâdâsı olsa. Affet, binlerin, yüz binlerin uyanışı adına bizi affet. Söz veriyoruz, telafi edeceğiz bunca ziyanı. Elveda boş yıllar, elveda aldanış diyeceğiz.

Allah’ım toprağın altına da girsem, yıldızlara da çıksam, bu dünyada milyon sene de yaşasam, Sen yoksan ben ne yapabilirim, nasıl yaşayabilirim ki? Senin olmadığın dünyalar yok olsun. Senden istemeyen dillerim kurusun sana açılmayan ellerim kurusun. Yıkılsın gitsin bedenim. Dağılsın toz olsun zerrelerim. Allah’ım öyle bir iman lûtfet ki Sana yok diyenler bile Sen’de varolsun. Seviyorum seni Allah’ım. Kalbimi, kalbimin sevdiklerini ve sevdiklerimle ebediyen beraber olmayı vaat ettiğin için seviyorum Sen’i. Seviniyorum. İnanıyorum Sana, güveniyorum hiç kimseye güvenmediğim kadar. Biz istemeden bizim için her şeyi yaratan Rabbim. Sen’den ayrı günlerim, anlarım azap oluyor.

Neler neler yazmaktı niyetim ama yine rahmetine doğru çark etti kalemim. Alev alev yanan ruhumun, kızıl renginde tutuşan yüreğimin, kanlarından rengini almış gül gibi kızaran kalbimin senden tek bir duası var bugün. Kabul eder misin söyleyiversem izninle? Aşkınla yanan dudağımla fısıldıyorum ruhum ürpererek... Aç ki şu gözlerin önündeki perdeleri, göremeyenler görsünler bu güzellikleri.

Hangi işte senin adın varsa işlediklerimiz güzelleşiyor. Sevgilinin, Peygamberimin adını anınca bilirim ki, dualarım yerde kalmaz sana yükselirler kat kat. Kabul et, lûtfet ne olur.

Kulakların, kalplerin önündeki bütün kapıları, perdeleri ardına kadar aç. Dudaklar seni söylesin, şarkılar seni ansın, kalemler seni yazsın, ayaklar sana koşsun. Kalmasın bir kişi ki kıytı kuyularda Sana sevgisini, özlemini söyleyememiş. Bütün kırık kalpler, ümidini kesmişler adına, şeytanın ve nefsin tuzaklarına batmışlar adına, tövbe sularında yıka hepimizi, kalbimizi. Kalbimiz Sana emanet. Pişmanlığın ve tövbenin ve bütün bunların sonunda geçirdiğimiz ağır ameliyatın o ağır yaralarına rağmen tüm hastalıklarımızdan, kirlerimizden kurtar, arındır bizi. Rahmetinin ruha derman ilâcıyla.

Allah’ım günahları işleyen bizleriz, dönmemizi bekleyen sensin, cennetini istiyoruz. Çok mu? Yüzümüz yok mu? Madem Cennetini onu isteyene vereceksin aç kapısını ardına kadar, aç. Bozduğumuz tövbeler, yaptığımız tüm yanlışlar için bir kere daha Sana, yalnızca Sana tövbeler olsun. Tövbelerimizin affını ve kabulünü vaat ettiğin için de hamdüsenalar olsun. Biz ki, bu dünya çölünün garip yolcularıyız. Bu günah dolu, ağır yükle bu vadiler, bu yollar aşılır mı hiç? Sonsuz yolculuğa aşkına güvenerek, bir gönüle girerek, seni seven gönüllere girerek, güçlenip hep beraber kanat çırpmak istiyoruz katına. Dikenlerin bile gülün yanında kıymet kazandığı bir dünyada o Sevgilinden başka sığınacak gülümüz, Sen’den başka Rabbimiz yok. Sana ibadeti, Sana duayı terk etmiyoruz ama bunlara da asla güvenmiyoruz. Nedeni belli. Şeytan da çok ileri gitmişti ibadette ama ona bir faydası olmamıştı. Dostluğunu yar eyle, sevdiklerinin yolundan ayırma bizi.

Çok şükür dualarımız kabul edildi gibi… Kalbim sükun ve huzur dolu… Bütün bunları yaşamak için gelinseydi bile bu dünyaya değerdi Allah’ım.

Ey kapalı kapıların ardındaki duygular, gözler, kulaklar, kalpler, ayaklar…Aralanın, ayaklanın… Haydi ey insanlar, kalkın artık. Hoş günler geliyor; kış geçti, bahar bitti, şimdi yaz başladı. Şaşkın ruhumuzu nefsin şehvet rüzgârları kollarına almadan ve sarmadan, kalbimizi onun sahibine emanet edelim. Kalkın ey ruhlar, kalkın. Öyle bir kalkın ki yataklarınızdan, öylesine açın ki kapıları ümidiniz coşsun. Sevginiz başka yürekleri de tutuştursun. Evet, bu karanlıklardan aydınlıkları çıkarmak için kalkın, uyanın. “Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez” diyor Mevlana.

                           
Ey gönül ölmedinse uyan, yeter artık.
Sana kapalı görünen kapıları aç artık.
Göğün mavilerine, Cennetin baharlarına uç artık.


Selim Gündüzalp

Seni nasıl bulurum?


Allah'ı rüyamda gördüm.
"Seni nasıl bulurum?" diye sordum.
"Nefsini bırak öyle gel." buyurdu.

Bayezid Bistâmî

21 Nisan 2013 Pazar

Yerini yadırgamak...


Sözlük, 'kışçı' kelimesine şu karşılığı veriyor: Ufak bir suç işleyip kışı mahpushanede geçiren kimse.

Eskiden, özellikle kışı sert geçen bölgelerde, bu 'uygulama' çok yaygınmış.

Buradan yola çıkarak, 'kışı geçirecek yer lazım bana / dünya olsun bu, olur mu?' diye yazmıştım. Malum: Bir suç işledik ve dünyaya gönderildik.

Dünyada misafiriz. Kalıcı olan tek şey ölümdür. Evsahibi gibi davranırsak, gider Mali'yi bombalarız, masum ülkeleri işgal ederiz, mazlumların ahını alırız, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız.

Gelip geçici olduğumuz bir yere alışmak, yabancılık çekmemek, bana her zaman garip gelmiştir. İsmet Özel'in 'dünyaya alışan şiir yazamaz' demesi bundan.

Yetmiş iki yaşındaki bir amcaya 'Allah uzun ömür versin' demiştim de, şu cevabı almıştım: 'Evladım, uzun ömür iyi değildir.'

Dünya işleri yorar, yaralar. Trafikte, sadece sizin dikkatli olmanız yetmez, karşı tarafın da dikkatli olması gerekir. Böyle bir şey.

Ebu Hanife, 'mecbur kalmadıkça alış-veriş işleriyle uğraşmayın' demiştir. Hazreti Ali, 'dünyaya ait bir şeye ulaşamadığınızda veya onu kaybettiğinizde, sakın üzülmeyin' diye uyarmıştır. Önemli olan, kendimizi kaybetmemektir. Ne var ki, kız çocukları hariç, hiçbir şeye 'yeter' demiyoruz. Ömrümüz, başka ömürlere imrenmekle geçiyor.

Misafiri olduğumuz bir mekânın yerlisi olmak, tam manasıyla yerini bulmak, ne derece mümkündür?

Kabul ediyorum; edebiyattan siyasete kadar, bütün bu işler, biraz da yerini bulma meselesidir. Yerinizi bulamadığınız vakit, söyledikleriniz doğru bile olsa, yersiz oluyor. 

Öte yandan, bir yerde uzun seneler bulunmanız yahut çalışmanız, oraya ait olduğunuz anlamına da gelmiyor. Bir gün, varsa eğer, ceketinizi de alıp gidiyorsunuz. İşte teselli: 'İnsanın yerini bulması zordur. Fakat hak ve hakkaniyet, her daim yerini bulur.'

Bazı kimseler, çok bildikleri için, 'insanlar gider, kurumlar kalır' diyor. Biz de diyoruz ki, hangi kurumlar kalmış? Hatta devletler?

Tabiata biraz merakı olanlar, çiçeklerin yerlerini ve topraklarını sevmeleri lazım geldiğini bilirler. Küpe, sardunya vb. Yerini beğenmeyen/yadırgayan çiçek, önce 'yaprak neşesi'ni kaybeder, sonra da solup gider. En pahalı yöntemleri uygulasanız da fayda etmez.

İnsanlar da böyledir. Bu benzerliği en iyi anlatan örneği Borges'in bir öyküsünde okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla, kısaca anlatayım: Olay, Endülüs'te geçiyor. Endülüslü bir Müslüman, beraberlerinde İspanya'ya getirip diktikleri palmiye ağaçlarından birine yaslanıp şu şiiri okuyor: 'Sen de ey palmiye sen de / Yabancısın bu toprağa.'

Şimdi diyorum ki, bir çiçek kadar olamayan insanlar var. İlk kez girdikleri bir yere hemen alışan, hiç yabancılık çekmeyen, yerini yadırgamayan insanlar. 'Kardeşim oluyor yerini yadırgayan' dizesini yazmış biri olarak söylemem gerekirse, böyle kimselerden pek hazzetmiyorum.

En iyisi, hiçbir yerin yerlisi olmamak, hep yabancı kalmak...

Ne yaparsak yapalım, dünyaya kanmamız mümkün değildir. Deniz suyu içmek gibi.

Turgut Uyar, 'bir ölünün ilk akşamı' üzerinden dünyayı hatırlatır. Biz de öyle yapalım.

Madem burada kalıcı değiliz, kış bitince ayrılacağız; dünyanın 'gözümüze kaçmasına', gönlümüzde yer etmesine razı olmayalım.

Asıl mesele, yolculuğumuzun sonunda, başkalarının değil de, kendi gözümüzün içine rahatlıkla bakabilmektir. Bunu, Atilla Özkırımlı'dan öğrendim.

İbrahim Tenekeci

18 Nisan 2013 Perşembe

Ne gücüm var, ne gayretim, ne takatim...


Ne beyân-ı hâle cür’et, ne figâna tâkatım var.
Ne recâ-yı vasla gayret, ne firâka kudretim var.

[Ne hâlimi arz etmeye cüret edebiliyorum, ne de feryat etmeye takatim var.
Ne vuslat umudu için gayrete geliyorum, ne de ayrılığa güç yetirebiliyorum.]

Enderunlu Vasıf Efendi

Takva ehli


Ulaşamadığına tevekkül, ulaştığına rıza, 
kaybettiğine sabır gösteren kişi; takva ehlindendir...

İmâm-ı Gazâli

16 Nisan 2013 Salı

Gençliğini boş yere harcama

Bu gül devrinde ömrünü geçirme zayi’ ey gafil
Ki gül devri bigi tezcek geçer bu ömr devran

Hoca Dehhânî

[Gül mevsimine benzeyen gençliğini boş yere harcama;
zira insanoğlunun ömrü hakikaten gül zamanı kadar kısadır;
hızlı akıp geçer, farkında bile olmazsın.]

15 Nisan 2013 Pazartesi

Ne bıraktı? Ne hazırladı?

Bir insan öldüğünde insanlar, "Ne bıraktı?"
Melekler ise "Ne hazırladı?" diye sorarlar.

Hz. Ali (r.a)

Emek


Bir kilo un, üç bin buğday tanesinden meydana geliyormuş.
Emek dediğimiz şey tam manasıyla budur.

İbrahim Tenekeci

Başkaları bilmese de olur!


Veysel Karani Hazretlerine sorarlar;

"Nasılsınız?"

Cevap manidardır;
"Akşama çıkıp çıkamayacağını bilemeyen bir insan nasıl olursa."

Sevenleri ısrarla kendisinden bir nasihat duymak isterler..

O gülümser ve 

- Allah'ı bilir misiniz?

- Evet biliriz...

- Öyleyse başka şey bilmeseniz de olur.


- Efendim bir nasihat daha...


- Allah sizi bilir mi?
- Elbette bilir...

- Öyleyse başkaları bilmese de olur!

Tövbeyi dilinden kalbine indir...

Ey yolcu !
Her an Allah'ın huzurunda olduğunu bil...
Tövbeyi dilinden kalbine indir ki; 
kötülük seni gördüğünde yolunu değiştirsin...

Abdülhalık-i Gücdevani (k.s.)

Nereye taşındı?

Ben çocukken komşuluk diye bir kavram vardı.
Nereye taşındı haberi olan var mı..?

Mehmet Şahin

Her satır bin Ah eder

Her dokuduğum söze bin tokat düşer kitab-ı aruzda
Duygularımı derinlere iten, sevincimin azlığıydı
Kalemim savunmaya çekildi, düşüncelerim taarruzda
Mürekkebimi siyah yapan, sayfalarımın beyazlığıydı

Ayraç koydum her anıma, bir külfeti yaşamaya başladım
Besmele miktarınca inşirah duydum gecemin ayazında
Şu fakir ömrü, sonsuz hayatın zenginliğine bağışladım
Her 'ah' bir dua niyetiyle yükselir gönlümün avazında

Bir dağın sinesinde yankılansa vaveylam, yine az gelir
Yusuf kokan kuyulardan çıkardım yalnızlığımın demini
İçimde, müebbede mahkum özlemlere itiraz yükselir
Çatlar, 'sessizlik' isteyen emirle, arsızlığımın zemini

Heybeme nice hayaller sığdırdım, umutla döndüm ufkunda
Efsunlu cümlelerim yok benim; her harfin sonunda bir keder…
Çocuksu gülüşlerim kaldı, yorgun uçurtmaların ucunda
Makbere girince bedenim; ardımdan her satır bin ah eder

Kadim Dolunay

Ekmeğin güzelliği


Canımın içi. Kırk yıldır öpüp alnıma koyduğum. Vefalım. Nereden başlayayım senin güzelliğini anlatmaya. İstersen gel önce doğduğun yerlere, şu uzak ekin tarlalarına gidelim birlikte. Kuş seslerine ve yağmura uzanıp duran yeşil başakların tam mevsimidir. İkimiz de tırpanlardan, harman yerlerinden, taşları ağır değirmenlerden geçtik, ikimiz de değiştik. Bakalım, kendi özümüze doğru çıktığımız bu yolculuk neler öğretecek bize; nasıl ağırlanacağız? Belki yolda bir iyilik yapar, bin yılların ambarlarını da açarsın bana. Sümerli rahiplere adak verildiğin günlerden, Nil’in kıyılarındaki eski hasatlardan, hafızana sinmiş dibek seslerinden, kuraklık bastığında çektiğin acılardan, tam açlıktan ölmek üzereyken sana kavuşanların gözlerinden ve sevdiği adam için sofra kuran bir kadının içinden geçirirsin arkadaşını. Vaktimiz olursa, köylü kadınların hamur teknelerine, kasaba fırınlarının uzun küreklerine, küçük şehirlerdeki bakkalların ekmek dolaplarına da uğrarız. Bırakalım, gittiğimiz her yerde güzelliğin aklımızı çelsin…

Sen ki bana bir anne armağanısın. Bu huysuz nöbetçinin, kış günlerinde nasıl pişmeni beklediğini, tandırdan demir bir çengelle çıkarılıncaya kadar nasıl sabırsızlandığını bilemezsin. Sonraları ne zaman bir kış fırınının önünden geçsem, o ilk zemherilerden kalma tanıdık buğun aklımı çelmeye yetti. Pek çok kez içeri girmekten, tezgâhın önüne dikilmekten alamadım kendimi. Bir elimi yaktıysan öbür elim ne güne duruyordu! Sokakta, insanların arasında hiç çekinmeden bir yerlerini çimdikleyip durdum, sevgilim sendin. Sürekli bir kenarından büküp kopardım, yanımda kim varsa sıkılmadan ikram ettim ve sıcak bir ekmeğe hayır diyen mızmızları anlamakta güçlük çektim. Âdetimdi, ikramımı memnuniyetle kabul edenlerin bir anlık da olsa gözlerinin içine bakmaktan alamadım kendimi. Sadece mutluluk değildi aradığım. Sıcaklığını her kimle bölüşsem, artık ondan bir kötülük gelmeyeceğine inanıyordum çünkü. Bu âdetimi terk ettiğimi sanma; hâlâ senden daha güzel bir armağanım yoktur benim. Hâlâ sıcak bir ekmeğin aracılık ettiği merhabanın bereketiyle şenleniyor bu tekne… 

Biz yerimizde durmak nedir bilmeyiz. Bir kentten diğerine, bir ülkeden ötekine, bir semtten berideki semte sürekli adres değiştiririz. Sadece yerimizi mi? Âdetlerimizi de, arkadaşlıklarımızı da değiştiriyoruz durmadan. Yine de her nereye gidersek gidelim, hangi yabancı sofraya oturursak oturalım, orada gülümseyip duruyorsun yüzümüze. İnsan biraz düşününce anlıyor ki, seninle merhabalaştığımız hiçbir yer bize yabancı değil. İster bir kızın parmakları olsun, ister bir işçinin kirli avuçları, sana dokunan bütün elleri tanıyoruz. Kimi ilişkilerimizin ömrünü bile, bir ekmeği paylaşabildiğimiz günlerle hesaplıyoruz. Nankörlük ettiğimiz, her gün defalarda boğazımızdan geçtiğin halde seni görmezlikten geldiğimiz olmuyor değil. Darılma! Şu hoppa balçığımız eninde sonunda yine huzurunda çözüyor eğerini. Akşamları sen olmadan eve gidemiyor; dünyayı üzerine yaysak, sen yoksan sofranın aklını çelemiyoruz…

Ya biz Türklerin sana duyduğu şu sarsılmaz bağlılığa ne demeli! Daha bir akrabaya, bir büyüğe, bir misafire nasıl davranacağımızı öğrenmeden bir ekmeğe nasıl davranacağımız öğretiliyor bize. Yere bir kere düşmeye gör! Önce telaşla düştüğün yerden kaldırıyor, öpüp başımıza koyuyor, sonra da kuşların görebileceği bir yere iliştiriyoruz seni. Bu topraklarda kimse ekmeği ayaklarıyla çiğnemeye cesaret edemiyor. Kötülük bile, bir dalgının tabanlarına kurban gitmesin diye, garip bir incelikle eğilip korumaya alıyor seni. Kaç kez duymuşsundur koca koca adamların çocuk gibi “ekmek çarpsın” diye yemin verdiğini. Çünkü gerçekten de çarpılmaktan korkuyoruz! Sadece bunlar mı? Söyle, seni varlığının sınırı yapan kaç millet var şu yeryüzünde? Islatıp yiyeceğimiz bir kuru ekmeğimiz kalıncaya kadar, yoksulluğun bütün basamaklarına bahane bulabiliriz. Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. 

Bu yüzden en mahrem utancımız sensin…

Ali Ayçil / Yenilgiden Dönerken

(www.abherii.blogspot.com'dan)

14 Nisan 2013 Pazar

Yağmur


Vâreden’in adıyla insanlığa inen Nûr
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır âb-ı hayat
En müstesna doğuşa hâmiledir kâinat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir ân düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi’nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtâbını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin anasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü âvâredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyula, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım


Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizârın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükûtu yâr, sevinci dualar kadar derin


Çâresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezîr yaşadım ki, yaşanmamış, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım


Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hira’dan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler şahının hayalleri


Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücellâ çehreni izleseydim ebedî
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklâl boşluğunda arılan nâdân düştü

Dolaşan ben olsaydım Sâve nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedî aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyyâ bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kâkülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü

Bazen kendine âşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zâlime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir belâ tünelinde ağır imtihan düştü


Bâdiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebvâ’da esen rüzgâr
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahîra’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkûmlar yargılıyor; hâkimler mahkûm şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firâkınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlamış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madenî arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım


Şehirler kâbus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayalî
Hazîndir ki, dertleri aşmaya umman düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenîn
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin


Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz, kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkûm olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyrâ’yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekânın fırçasında solmayan resim senin


Yağmur, bir gün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü


Islaklığı sanadır ahimin, efgânımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkârımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin


Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım


Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü


Nefesinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü’mindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım


Kardeşler arasına heyhat, sû-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz’ân düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazân düştü


Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahîra’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım


Nurullah Genç