Doğum ve ölüm tarihleri
arasında var olan bir hayatın yorgunlarıyız. Yaşadığımız, bir garip yalnızlık
hikayesi.
Etrafımızdaki yüzlerce insana rağmen yine kendimizi yalnız,
çaresiz, kifayetsiz hissediyoruz. Bunca sınırlı arasında sınırsız olanı
özledikçe büyüyor yalnızlığımız. Ruhumuzun vadilerinde gezinen yüzlerce insan
dahi unutturmuyor ‘hesabı yalnız verilen imtihanımızı.’ Aksine; her hikaye
altını çiziyor yarımlığımızın. Yalnızlık, yarım oluşumuzdur. Yalnızlık,
‘yalnızlığın mahsus olduğu varlığa’ duyulan özlemdir. Mecburiyettir. Alnımızda
insan olmanın imzasıdır. Yalnızlık, şaire
“Ne
yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne
açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.”
satırlarını yazdıran o müstearsız
histir. O his ki; kalabalıklarda yaşanan bir tenhalıktır. Tenhalığımız, bize
güç verebilir, gücümüzü de alabilir. Melankolik hisler içinde arabesk bir
yalnızlığı tercih edersek ruhumuz günden güne zayıflayacaktır. Ama mezarların
neden tek kişilik kazıldığını düşünüp ‘yegane’ olana inancımız artarsa
yalnızlığımız bizi güçlü kılacaktır.
Sevdiklerimiz oldu, sevenlerimiz de oldu. Gidenler,
dönenler oldu; gidip de dönmeyenler oldu. Doğanlar, ölenler oldu. Güneş bir
görünüp bir kayboldu. Kayan yıldızlar dileklerimize umut oldu. En büyük
hatamız, geçici olana “her şeyim” demek oldu. Bir insan, bir eşya, bir mekana
“her şeyim” dediğimizde, onu yitirmekle elimizde “hiçbirşey” kalmamış oldu.
Yürek coğrafyamızda yaşanmış onca devasa sevgi dahi hissettirmedi mi bize
yalnızlığı? ‘Bitimsiz bir tat aramadık mı savruluşlarda?’
Kalbimizde dost yoğunluğunu en çok hissettiğimiz anda
bile o anın geçici olduğunu bir an olsun çıkardık mı aklımızdan? Güzel anlar
hiç bitmesin diye fotoğraf karelerine sığınmadık mı? Günde beş kez
yalnızlığımızı itiraf etmedik mi? Avucumuzu açıp ‘tek olana’ dua ederken,
küçüklüğümüzden büyüklüğüne köprüler kurmadık mı?
Düştüğünde “acımadı ki” diyen çocuklar gibi gizlemek istiyoruz acılarımızı. Düşlerimiz ipinden kopmuş balonlar gibi kaybolduğunda, bir kez daha anlıyoruz yalnızlık imtihanımızı.
Düştüğünde “acımadı ki” diyen çocuklar gibi gizlemek istiyoruz acılarımızı. Düşlerimiz ipinden kopmuş balonlar gibi kaybolduğunda, bir kez daha anlıyoruz yalnızlık imtihanımızı.
Kalbimizin özgül ağırlığını bir başka kalp
taşıyamazken ve ancak gölgemiz kadar var olabilirken bir başka kalpte nasıl
beka bulabiliriz? Ve nasıl anlatabiliriz kendimizi, kendini dahi anlamamışlara?
Bizi anlamayan insanlar arasında bir hayatın ardına düşerken, onlara kızmak,
sınırlı oluşlarını yüzlerine vurmakta değil hüner. Asıl hüner, bizim
çaresizliğimizle onların çaresizliklerini birleştirip bir ‘çare’ bulabilmekte.
Hiçbirimizin ‘yağmur’u sözcük biçiminde uymuyorken birbirine, hepimizinkinin
uyduğu bir üçüncü yağmuru bulmalı. Etrafımızdaki insan yoğunluğuna rağmen,
ruhumuzun pergelini ‘tek’ olanda sabit tutup, insanlar arasında bir ‘sınırlı’
gibi yaşamalı.
İnsanların bizi anlamadığı anlar olur. Hatta bizi
tamamen yanlış anladıkları zamanlar da olur. En çok emeğimizin geçtiği,
fedakarlık kapılarını sonuna kadar araladığımız insanlar, küçük bir noktaya
takılıp bizi unutabilir. En çok ihtiyacımız olduğu anlarda en sevdiklerimizi
bile yanımızda bulamayabiliriz. Ya da en güvendiklerimiz bizi şaşırtıp,
kalbimizde çizikler olmasına sebep olabilir. Her kim, ‘sürekli değişen’
anlamına gelen ‘kalb’e sahipse, sürekli değişecek ve hiçbir zaman tamamiyle
‘güvenli’ olmayacaktır.
Hasılı bu dünyada insana dair ne varsa hep bir yanı
yarım, bir yanı eksik kalacaktır. İnsan insana yetemez, ancak hayatına anlam
katabilir, muhtaçlığını azaltabilir. Hayatın bütün karmaşası ve kalabalığı
arasında hepimiz kişisel menkıbemizi yaşarız.
Küçük hayatlarımız ve yalnızlıklarımız birbirine
eklendiğinde kaneviçe misali, hal diliyle ‘herkesin herşeyi’ olan varlığı ifade
ederiz.“Sıcaktan
kaçan ve bir ağaç gölgesine sığınan adam, ne gariptir ki, ağaçtan hoşlanmaz da
gölgeyi sever.” diyor Molla Cami.
Öyle ki, soru sorup cevap verme yeri olan aklımıza ve
hissedip duyma yeri olan kalbimize ‘yegane’ olanı işaret ediyor. ‘Alaka-i kalbe
layık olmayanlara’ haddinden fazla bağlanırken, yenilgi üstüne yenilgi
yaşadığımızı anlatıyor.
Ne nefis sadık bir yar, ne de dünya kalıcı bir
diyarken tutundukça kavileşen bir bağa dikkat çekiyor. Bu şiir de o bağı ne
güzel özetliyor:
“Kimsesiz hiç kimse yok, herkesin
var kimsesi
Kimsesiz kaldım medet, ey
kimsesizler kimsesi.”
Bu yaşadığımız bir yalnızlık hikayesi... Elif
gibi dik, elif kadar anlam dolu. Yanına gelen her harfe hayat katmasından
ziyade, kendi sırlarıyla içiçe… Hüzün dolu ama mağrur bir başı var elifin. Bir
başına ama sırtını dayadığı güçten dolayı çok kudretli. Kendi yalnızlığının
farkındalığıyla birlikte “tek ve bir” olan varlığa ışık tutuyor. Gandhi’nin
Hindistan’daki, Hz. Muhammed’in Hira’daki ve Bediüzzaman’ın Barla’daki
yalnızlığı gibi…
İnsana düşen; kendi ruh rıhtımına çekilip, dışardaki
seslerden uzaklaşarak ‘yalnız’lığın bilincine varmak ve içindeki sesleri
çoğaltmak. Issız yerlerde kendisi için bir evren olabilmek…Ve bütün sözlerin
üstündeki o büyük sözü bulabilmek…
ALINTI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder