29 Ağustos 2012 Çarşamba

Bize “bizim" diyen gelsin



Elimizin ucuyla tutuyoruz hayatı, parmak izi bırakmamaya dikkat ediyoruz.

Dilimizin ucuyla yarım yamalak cümlelerle geçiştiriyoruz bütün anlamları, sürç-i lisan etmekten korkuyoruz.

Evrenin ortasında bir incir çekirdeğini mesken tutmuşuz; galaksiler, gökyüzü, yıldızlar başkalarının olsun, başımızı döndürüyor; yolların karı, fırtınası, kasırgası, tayfunu var, başkaları yürüsün diyoruz.

Hayatla yüz yüze gelmek en büyük korkumuz; dersine çalışmayan çocuğun gözlerini önüne dikip fark edilmemeye çalışması gibi fark edilmemeye çalışarak bir köşeciğinde öylece duruyoruz hayatın. O da durup ardına bakmıyor zaten.

O hızından hiçbir şey kaybetmiyor…

Günler hep uzağımızdan geçiyor. İçine almıyor, sarmıyor, merhamet göstermiyor bize. Hayat dışarıda hızla akıyor, biz buğulu bir pencere arkasında, dökülen yaprakların matemini tutuyoruz.

Dışarıdaki hayatı, hayatın usanmadan yaydığı diriliği, enerjiyi, coşkuyu yabancı, tanımadığımız, teni tenimize, dili dilimizi benzemez varlıklar paylaşıyor.

Onlar gülleri deriyor, çini vazolara yerleştiriyor. Onlar çöpleri kaldırıyor, atlas halılar seriyor. Onlar yetinmiyor Mars’a bile hayat sipariş ediyor. Onlar geceleri havai fişeklerle, füzelerle aydınlatıyor. Onlar gövdelerini semirtip tüm yeryüzüne yayıldıkça, bizim pencere arkası esaretimiz büyüyor.

Dışarıya çıkmak hevesimiz, hüsrana uğramak korkusuyla hep kursağımızda kalıyor.

Seyirci olmak, fırtınada sakin bir limanda konaklamak ihtiyatlı gibi görünüyor. Aklımız olanlarda, aklımız hayatta aslında…

Onlar bizi asla görmüyor, biz onları canlı canlı seyrediyoruz.

Zeki, atılgan, cüretkârlar…

Her şeyi istiyorlar… kurcalıyorlar… bozuyorlar… işini bitiriyorlar…

İçini boşaltıyorlar hayatın yavaş yavaş…

Dışarı çıkmaktan; buzda kaymaktan, ateşte yanmaktan, fırtınaya kapılmaktan korkan biz içerdekiler, tırnaklarımızı yiyor, duvarları dövüyoruz; bir gün yaşamayı, bir gün gerçekten ait olmayı, sahibi olmayı düşündüğümüz hayatın özünden öz, canından can alındığını gördükçe kahroluyoruz.

Yırtılan gökyüzü için, kuruyan yeryüzü için, gözü yaşlı çocuk için, kanadı kırık kuş için, karaya vurmuş balık için, yitirilen onur için kahroluyoruz…

Tarifsiz hüzünlerle daralıyor kabuğumuz… ama ellerimiz böğrümüze… ama başımız öne… ama kılımız kıpırtısızlığa gömülüyor nihayetinde… penceremizden ayrılamıyoruz.

“Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye şöyle dediğini duydum:

İbni Sinâ ’nın kitapları içine yerleştim.

Farabî’nin bir çok eserlerini gördüm.

Bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım.

Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın. Çok bedbahtım.”

Yarı yanmış pervanenin şu güzel, ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın.

Dedi ki: “Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı kanatlandıran.” 
(Muhammed İkbal)

Dağların dahi yürüdüğü bir hayatta yürümekten, yol almaktan, koşmaktan, dönmekten; feleklere katılmaktan, kıpırdamaktan, çırpınmaktan başka yolu yok insanın…

Hayatın çirkinleştirilmesine karşı durmak isterken hayatın saflarından çıktık, kolaylıkların, küçük rahatların sıcağına, durağanlığına alıştık.

İyi-kötü, kâr-zarar hesapları yapmadan, bütün riskini göğüslemediğimiz bir hayatın nesi olabiliriz?

Ne halifesi, ne hâmisi,ne hadimi…

Hayat emanettir. 

Emanetin, meydanlara inecek,

“bir karıncaya ulu nazar” edecek,

“bulut olup göğe ağacak, yağmur olup yağacak ”,

“örse çekiç salacak”,

“bize bizim diyecek”,

hayata soyunacak,

yaşar gibi yapmayacak,

sahiden yaşacak,

kapılar aralayacak,

yolunu kendi kazmasıyla kazacak,

gayret kuşağı kuşanacak,

külüngü dağa aşkla vuracak sahiplere ihtiyacı var.

Yunus; “Dosta varmak dilersen, ol dikene bas da var” diyor.

Hayata yalın kılıç dalmayanın, risk almayanın hakikatle alışverişinin olamayacağı, hiçbir sırrın kapısına varamayacağı aşikârdır.

Dikili bir ağacı, başını sokacak bir deliği, ardına gizleneceği bir penceresi olsunla avunamaz hakiki varlığa kavuşmak isteyen.

Bütün zerreleri, bütün hissiyatı yara bere içinde kalsa da,

Küsmeden, incinmeden, gocunmadan Hay’dan gelen hayatın izini sürer.

Ancak oradan korkunun ve endişenin biteceği emin bir beldeye geçeceğini bilir.

“Hayatın yumuşak ve tehlikesiz olduğu sahilde kurulup oturma… 
Denize dal, dalgalarla pençeleş; ebedî hayat mücadeledir.” (Muhammed İkbal)


Alişan Genç 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder