10 Temmuz 2012 Salı

Ne(me) lâzım?!



Osmanlı İmparatorluğu’nun en mükemmel yıllarıdır; Garplıların ‘Muhteşem Süleyman’ dedikleri Kanuni gibi padişah, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Sinan gibi mimar, Yahya Efendi gibi âlim, Barbaros gibi amiral ve Bâki gibi şair… Bütün bu zirveler, zâbit zoruyla sıraya dizilmiş neferler gibi değil de büyük bir senfoninin keyfiyet planını yansıtan notalar gibi saf ahenkle bir araya gelmiş, üstün nizam tablosunun delaletidir.

Bu nizam tablosunun siyasetten ticarete, askeriyeden mimariye kadar madde ve manaya hâkim olduğu bir dönemde, Kanuni Sultan Süleyman yine de bir endişe taşımaktadır: “Bu hal, bu gidiş bir yerde tökezler mi? Devlet baş aşağı inişe geçer mi?” diye, zihninde vehimler dolaşmaktadır. Fikrine itimat ettiği, aynı zamanda da sütkardeşi olan meşhur âlim Şeyh Yahya Efendi’ye bir mektup gönderir ve: “Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle, bizi aydınlat. Devletimizin akıbeti nasıldır? Bir gün izmihlale uğrar mı? Bir devlet hangi halde çöker?” diye sorar. Şeyh Yahya Efendi’nin yanıtı çok kısa olur: “Neme lâzım Sultanım!”

Topkapı Sarayı’nda mektubu hayretle okuyan Kanuni, bu cevaba fazlaca bir anlam veremez ve soluğu doğruca Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhında alır. Kanuni, “Ne olur sorumuzu ciddiye al, bizi geçiştirme lütfen.” diye, Yahya Efendi’ye serzenişte bulunur. Yahya Efendi, “Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak hiç olur mu? Ben son derece ciddiye aldım ve size cevap yazdım.” der. Kanuni, “Lakin sadece neme lâzım yazmışsınız. Sanki beni bu işe karıştırma der gibi” deyince, Şeyh Yahya Efendi şu harikulade cevabı verir:

“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler görenler ‘Neme lâzım!’ deyip uzaklaşsa, koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakir fukaranın feryadı arşa çıksa da bunu taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle bir durumda devletin hazinesi boşalır, halkın itimadı sarsılır. Asayişe güven hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş de böylece mukadder hale gelir!”

Bu cevabı asırlar önce Kanuni Sultan Süleyman Han’a veren ve onu buğulu gözlerle yolcu eden Şeyh Yahya Efendi, böylece bizi de yirmi birinci asırda meçhul bir malumla baş başa bırakmış olur: “Neme lâzım” değilse, peki ne lâzım?

Altı yüz sene hayatta kalmayı başarmış, bunun en az üç yüz yılını da aşk, vecd, fetih ve hâkimiyetle dünyaya nizam sağlamış bir imparatorluğun anayurdunda; zamanın hâkimi olduğu için mekânın da fatihi olan ceddimizden sonra Anadolu’nun harim-i ismetinde şimdi ne lâzım?

Kahpeyle sahtenin saltanat kurduğu, yalnız sözün değil özün de yalama olduğu, maddi krizlerin bitişiğinde ruhi intiharların eşiğinden geçen insanoğluna, bu asırda en çok ne lâzım?

Kuzunun başına kurdun bırakıldığı, ticaretinden siyasetine hemen hemen her sahada kaos düzeni mimarlarının zafer bayraklarını dalgalandırdığı, dünyanın zalim ve mazlum olmak üzere iki kutba ayrıldığı bir zamanda, ne lâzım?!

Herhalde evvela “ne lâzım?” olduğunu dert etmek, düşünmek, bilmek lâzım.

Bize bilgisayar istatistikleri gibi kelle hesabı yapacak kuru akılcılar değil, adam hesabı yapacak ulvi divaneler lâzım.

Dedesinden meccanen devşirdiği iman ruhunu laptop çantasındaki cd’lerde saklayanlar değil, Somuncu Baba’nın fırınında fokur fokur kaynatanlar lâzım.

Günde beş vakit beden eğitimi yapar gibi bir alışkanlıkla, tespihteki keyfiyet dizilişinden bile ırak bir anlayışla, Allah’ın huzurunda duranlar değil; ruh şahlanışı içinde maddi ve manevi saflarda aşk ile duranlar lâzım.

Sadece içerde ibadet ederken değil; avludaki fikir ve aksiyon meydanında da saf tutan, safını belli eden ve safını terk etmeyen imanlar lâzım.

Mala mülke, paraya makama tamah edip saf bozan gafiller değil; İbrahim Ethem Hazretleri gibi tacı tahtı suyun dibine batıran gaipler lâzım.

İslami ölçüleri, çocuk şiiri ezbercileri gibi tekrarlayanlar değil; rahmet müjdecileri, aşk habercileri, dert bildiricileri ve hakikat nâracıları lâzım.

Ahiretini feda edip, birkaç yıllık süfli bir ömrü yaşamayı zenginlik sayan hasisler değil; fâni hayatı gözden çıkarıp, ulvi sonsuzluk kervanına katılan cömert tacirler lâzım.

Güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş, şekli ruhun önüne çıkarmış, “tekbir”den giyinen marka Müslümanları değil; pazarlıksız Allah ve Resûlu deyip “Tekbir” getirenler lâzım.

İslami moda, İslami falan, İslami filan tanımlarının zırvalıktan öte hiçbir kıymetinin bulunmadığını, İslam’ı arkaya vagon yapıp kendi nefslerine uyduran ve çürütenlere karşı; İslam lokomotifinin ardına takılacak zihni billur, gözü kara, kalbi şirksiz akıncılar lâzım.

Zulmü derece derece, eli, dili ve kalbiyle önlemek emrine karşı, işi kalbe bırakan, zulme rızanın da zulüm olduğunun farkında olmayan kanı donuklar değil; Yaradan’ın yaratılana şahdamarından daha yakın olduğunu bilen, şahdamarındaki kanının alyuvarlarından dış dünyadaki hidrojene oksijen taşıyıp, suyu kabartan, köpürten, bentleri aşan ve setleri yıkan ab-ı hayatlar lâzım.

Bize mücerretleri anlama istidadından yoksun entelektüeller değil; kalp kör olduktan sonra gözlerin görmesinde, elin yazmasında, dilin konuşmasında hiçbir fayda aramayan, ilmin müminin yitik malı olduğunu ve nerede bulursa alması gerektiğini bilen ve bu bilinç seviyesiyle kucakladığı her şeyi ‘nâr-ı beyzâ’ gibi kendi keyfiyetine çeviren mütefekkirler lâzım.

Ve tüm kemiyet hesaplarını alt üst edercesine: Pîre bir mürid, söze bir kulak ve bütün dünyayı aydınlatmaya da tek bir şafak lâzım! Aslında Mısır’ın sultanlığı için, Kenan kuyularında sadece tek bir Yusuf lâzım!


ALINTI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder