Osmanlı
İmparatorluğu’nun en mükemmel yıllarıdır; Garplıların ‘Muhteşem Süleyman’
dedikleri Kanuni gibi padişah, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi
sadrazam, Sinan gibi mimar, Yahya Efendi gibi âlim, Barbaros gibi amiral ve
Bâki gibi şair… Bütün bu zirveler, zâbit zoruyla sıraya dizilmiş neferler gibi
değil de büyük bir senfoninin keyfiyet planını yansıtan notalar gibi saf
ahenkle bir araya gelmiş, üstün nizam tablosunun delaletidir.
Bu nizam
tablosunun siyasetten ticarete, askeriyeden mimariye kadar madde ve manaya
hâkim olduğu bir dönemde, Kanuni Sultan Süleyman yine de bir endişe
taşımaktadır: “Bu hal, bu gidiş bir
yerde tökezler mi? Devlet baş aşağı inişe geçer mi?” diye, zihninde
vehimler dolaşmaktadır. Fikrine itimat ettiği, aynı zamanda da sütkardeşi olan
meşhur âlim Şeyh Yahya Efendi’ye bir mektup gönderir ve: “Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle, bizi aydınlat. Devletimizin
akıbeti nasıldır? Bir gün izmihlale uğrar mı? Bir devlet hangi halde çöker?” diye
sorar. Şeyh Yahya Efendi’nin yanıtı çok kısa olur: “Neme lâzım Sultanım!”
Topkapı
Sarayı’nda mektubu hayretle okuyan Kanuni, bu cevaba fazlaca bir anlam veremez
ve soluğu doğruca Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhında alır. Kanuni, “Ne
olur sorumuzu ciddiye al, bizi geçiştirme lütfen.” diye, Yahya Efendi’ye
serzenişte bulunur. Yahya Efendi, “Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak hiç
olur mu? Ben son derece ciddiye aldım ve size cevap yazdım.” der. Kanuni, “Lakin sadece neme lâzım yazmışsınız. Sanki
beni bu işe karıştırma der gibi” deyince, Şeyh Yahya Efendi şu harikulade
cevabı verir:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık
şayi olsa, işitenler görenler ‘Neme lâzım!’ deyip uzaklaşsa, koyunları kurtlar
değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakir fukaranın feryadı
arşa çıksa da bunu taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu
görünür. Böyle bir durumda devletin hazinesi boşalır, halkın itimadı sarsılır.
Asayişe güven hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş de böylece
mukadder hale gelir!”
Bu cevabı asırlar
önce Kanuni Sultan Süleyman Han’a veren ve onu buğulu gözlerle yolcu eden Şeyh
Yahya Efendi, böylece bizi de yirmi birinci asırda meçhul bir malumla baş başa
bırakmış olur: “Neme lâzım” değilse,
peki ne lâzım?
Altı yüz sene hayatta
kalmayı başarmış, bunun en az üç yüz yılını da aşk, vecd, fetih ve hâkimiyetle
dünyaya nizam sağlamış bir imparatorluğun anayurdunda; zamanın hâkimi olduğu
için mekânın da fatihi olan ceddimizden sonra Anadolu’nun harim-i ismetinde
şimdi ne lâzım?
Kahpeyle sahtenin
saltanat kurduğu, yalnız sözün değil özün de yalama olduğu, maddi krizlerin
bitişiğinde ruhi intiharların eşiğinden geçen insanoğluna, bu asırda en çok ne
lâzım?
Kuzunun başına
kurdun bırakıldığı, ticaretinden siyasetine hemen hemen her sahada kaos düzeni
mimarlarının zafer bayraklarını dalgalandırdığı, dünyanın zalim ve mazlum olmak
üzere iki kutba ayrıldığı bir zamanda, ne lâzım?!
Herhalde evvela “ne lâzım?” olduğunu dert etmek,
düşünmek, bilmek lâzım.
Bize bilgisayar
istatistikleri gibi kelle hesabı yapacak kuru akılcılar değil, adam hesabı yapacak ulvi divaneler lâzım.
Dedesinden
meccanen devşirdiği iman ruhunu laptop çantasındaki cd’lerde saklayanlar değil,
Somuncu Baba’nın fırınında fokur fokur
kaynatanlar lâzım.
Günde beş vakit
beden eğitimi yapar gibi bir alışkanlıkla, tespihteki keyfiyet dizilişinden
bile ırak bir anlayışla, Allah’ın huzurunda duranlar değil; ruh şahlanışı içinde maddi ve manevi
saflarda aşk ile duranlar lâzım.
Sadece içerde
ibadet ederken değil; avludaki fikir ve
aksiyon meydanında da saf tutan, safını belli eden ve safını terk etmeyen
imanlar lâzım.
Mala mülke,
paraya makama tamah edip saf bozan gafiller değil; İbrahim Ethem Hazretleri gibi tacı tahtı suyun dibine batıran gaipler
lâzım.
İslami ölçüleri,
çocuk şiiri ezbercileri gibi tekrarlayanlar değil; rahmet müjdecileri, aşk habercileri, dert bildiricileri ve hakikat
nâracıları lâzım.
Ahiretini feda
edip, birkaç yıllık süfli bir ömrü yaşamayı zenginlik sayan hasisler değil; fâni hayatı gözden çıkarıp, ulvi sonsuzluk
kervanına katılan cömert tacirler lâzım.
Güneşi ceketinin
astarı içinde kaybetmiş, şekli ruhun önüne çıkarmış, “tekbir”den giyinen marka
Müslümanları değil; pazarlıksız Allah ve
Resûlu deyip “Tekbir” getirenler lâzım.
İslami moda,
İslami falan, İslami filan tanımlarının zırvalıktan öte hiçbir kıymetinin
bulunmadığını, İslam’ı arkaya vagon yapıp kendi nefslerine uyduran ve
çürütenlere karşı; İslam lokomotifinin
ardına takılacak zihni billur, gözü kara, kalbi şirksiz akıncılar lâzım.
Zulmü derece
derece, eli, dili ve kalbiyle önlemek emrine karşı, işi kalbe bırakan, zulme
rızanın da zulüm olduğunun farkında olmayan kanı donuklar değil; Yaradan’ın yaratılana şahdamarından daha
yakın olduğunu bilen, şahdamarındaki kanının alyuvarlarından dış dünyadaki
hidrojene oksijen taşıyıp, suyu kabartan, köpürten, bentleri aşan ve setleri
yıkan ab-ı hayatlar lâzım.
Bize mücerretleri
anlama istidadından yoksun entelektüeller değil; kalp kör olduktan sonra gözlerin görmesinde, elin yazmasında, dilin
konuşmasında hiçbir fayda aramayan, ilmin müminin yitik malı olduğunu ve nerede
bulursa alması gerektiğini bilen ve bu bilinç seviyesiyle kucakladığı her şeyi
‘nâr-ı beyzâ’ gibi kendi keyfiyetine çeviren mütefekkirler lâzım.
Ve tüm kemiyet
hesaplarını alt üst edercesine: Pîre bir
mürid, söze bir kulak ve bütün dünyayı aydınlatmaya da tek bir şafak lâzım!
Aslında Mısır’ın sultanlığı için, Kenan kuyularında sadece tek bir Yusuf lâzım!
ALINTI