Dünya, “aşağı yer” demekti kutsîler lügatinde. Dünya: “Olmamız gereken yerden aşağıda…” Dünya: “Yetineceğimizden çok daha az miktarda.” Dünya: “Kalmaya razı olamayacağımız kadar uzakta…” Dünya: “Kalbimize lâyık sevda yok bu sofrada…”
“Dünyanızdan…” diye başlardı sözüne…”Dünyamızdan…” diye başlamazdı. “…bana üç şey sevdirildi” diye devam ederdi. “…ben üç şeyi sevdim” de diyebilirdi. Demezdi.
Oysa, dünyamıza küskün değildi. Aksine, dünyamıza en incelikli davranan yine kendisiydi. Dünyamızın cansız, sessiz dağlarına bile selam veren O’ydu. Taşları bile incitmemek istercesine nezaketle yürürdü. Ağaçlara, çalılara, kumlara, bulutlara hal hatır sorardı her bakışında… Hele insanlara… Kendini paralarcasına, onların hiç dert edinmediği felâketlerini ve saadetlerini derdi edinmişti. Kendini ateşe atanlara, kendini ateşe attığını bilmeyenlere, kendini ateşe attığını bile bile küstahlık edenlere bile, mütebessimdi. Çürüyecek cesedin tenine bile taş değmemeliydi O’nun nazarında. “..yan gözle bakmadı kır çiçeklerine bile/dönünce bütün gövdesiyle döndü…”
Dünya, “aşağı yer” demekti kutsîler lügatinde. Dünya: “Olmamız gereken yerden aşağıda…” Dünya: “Yetineceğimizden çok daha az miktarda.” Dünya: “Kalmaya razı olamayacağımız kadar uzakta…” Dünya: “Aradıklarımızı bulamayacağımız ve bulduklarımızla yetinemeyeceğimiz bir çöl gibi ayaklarımızın altında…” Dünya: “Kalbimize lâyık sevda yok bu sofrada…”
O, “dünyamız”ın hatırını, güzel kokudan, kadından ve “gözünün nuru” namazdan ötürü sayardı. Eşyanın ruhunun habercisi olduğu için güzel koku… Dünyadan öte aşkların müjdecisi olduğu için, kadın… Sonlu bir ömürden, eskiyen bir bedenden, tükenen nefeslerden, uçup giden hecelerden bir sonsuzluk inşa ettiği için, namaz.
Dünyada ama dünyadan değil O. Burada ama buralı değil. Yanımızda ama yanımızda olanlara razı değil. Dünyadan ötesine görmeyen gönlümüze müşfik bir eğiliş. Buralıları buradan öteye taşıyan merhametli bir el uzatış. Yanımızdakileri sonsuzluğa taşıran bir nazik bir uyarış. Dünyayı, “dünyamız” diye/bilmemize karşı yumuşacık bir anlayış. “Dünyamız”a “dünyanız” diyecek kadar yüce bir duruş, yüksekçe bir bakış…
Yaslanabildiğinde dünyaya, üzerine bir de yemek isteyemeyecek kadar mahcup. Yemeğini yediğinde, bir de yaslanıp keyfetmeye yüzü tutmayacak kadar utangaç. İkisini birden hak etmediğini düşünüyor O. İkisini birden çok görüyor kendine. Dünyayı fazla görüyor kendine…
Şimdi anlıyorum, yemek yerken arkasına hiç yaslanmadığını… Aynı anda hem minderine yaslanıp hem de yemeğini yiyecek kadar “yerleşik” değil dünyada… Yemeğinden yerse, minderini, döşeğini, duvarını, rahatını kenara bırakıyor. Minnet etmiyor. Yaslanacak olursa, yemeğinden suyundan vazgeçiyor. Aç kalıyor. Kök salmıyor dünyaya. Eğreti duruyor.
Yaslanabildiğinde dünyaya, üzerine bir de yemek isteyemeyecek kadar mahcup. Yemeğini yediğinde, bir de yaslanıp keyfetmeye yüzü tutmayacak kadar utangaç. İkisini birden hak etmediğini düşünüyor O. İkisini birden çok görüyor kendine. Dünyayı fazla görüyor kendine… Dünyadan fazlasını istiyor. Yolda olduğunu söylüyor. “Geçiyordum uğradım.” edasında… Bir gölgenin altından çekiliveriyor yolcu hafifliğiyle… “Dünyanızdan…” diyor o yüzden. “Dünyanızdan…”
Ben, “dünyamızda” rahatça yaslanacak bir koltuk bulmadan yemeğe oturmuyorum. Yolda olduğumu unutup, terk edeceğimi/terk edeceğini unuttuğum gölgeliklerde uyuya kalıyorum. Hiç mahcup olmuyorum. Her şeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Hiç hayret etmiyorum. “Ne kadar az şükrediyorum…”
Senai Demirci